[COP 28] Nükleer enerjinin COP kararına girmesinin arka planı

Küresel ısınmanın önlenmesi için ilki 1995 yılında gerçekleştirilen COP toplantılarının 28’incisine fosil yakıtlardan çıkışa dair somut bir plan ortaya konulmaması neticesinde kademeli çıkışa yalnızca sivil toplumun baskısıyla bir ibare olarak yer verilmesi ve nükleer enerjinin düşük karbonlu olarak nihai metne girmesi damgasını vurdu.

Zira 2050 yılında karbonsuzlaşma hedefi için karbonu kaynağında azaltmaktansa salınan karbonun azaltımını sağlayan teknolojiler üzerinden bilime referans verilmesiyle “sihirli” nükleer çözümlere de kapı aralandı. Yani önceki yıllarda yeşil enerji olmadığı için yeşil fon alanına kapıdan erişemeyen nükleer lobi, bu sene bilim ve teknolojiye verilen referansla bacadan girdi. Ancak, nükleer enerjinin COP kararına girmesinin nedeni nükleer enerjinin iklim krizine çözüm olması değil, pazardaki paylaşım kavgası.

Daha önce birçok yazıda belirtildiği gibi 2050 karbonsuzlaşma hedefi için de en düşük karbonlu teknoloji olmanın ötesinde kaynağını doğadan alan, kaynağında sonsuz ve dışsallıkları olmayan, depolama altyapısına sahip yenilenebilir enerji kategorisindeki rüzgar ve güneş enerjilerine yönelmek en akılcı yöntemdir. Yenilenebilir enerjilerin neredeyse tam tersi özellikleriyle  ham maddesi tehlikeli, kaynağında sınırlı, pahalı, depolama süreçleri riskli (kalıcı depolama sorunu çözülmemiş), tüm süreçleri aşırı maliyetli ve soğutma suyunu dahi ısıtan dışsallıkları bulunan, iklim krizi koşullarında riskleri artan, operasyonel süreçleriyle küresel ısınmaya pozitif besleme yaparak hem iklimi ısıtan hem de radyoaktif kirliliğe neden olan nükleer enerjiye yönelim de bir o kadar akıl dışıdır. Dolayısıyla nükleerin düşük karbonlu kabul edilmesi ve Dünya Bankası kaynakları dahil teşviklerden yararlandırılması iklim krizine karşı kaşıkla verilen ilacın kepçeyle çıkarılması anlamını taşır. Gezegenin iklim krizine sokulmuş olduğu hali kalp hastalığına yakalanan bir hasta metaforuyla açıklarsak, doktorun verdiği diyette yağlı ve kızartmaların yazması kadar absürt olan bu kararla doktorun hastaneye kalp ameliyatı müşterisi kazandıracağı kesindir!

Yeni ‘finansman modelleri’ne örnek: Akkuyu

İklim krizinden çıkış koşullarına dair tartışma zemini varsayılan iklim zirvelerinin son yıllarda yeni iş anlaşmalarıyla yeni iş fırsatları anlamına geldiği malum. Bu kapsamda özellikle devletlerin ve ulus üstü örgütlerin ifa ettikleri düzenleyici rol, engellerin kaldırılması, teşviklerin uygulanması ve itirazların baskılanması için nükleer enerjinin küresel yayılımını da organize etmiştir. Ne var ki, kapitalist sistemin “hep daha fazlasını isteyen” narsistik tavrı sergileyen nükleer endüstri devlet desteği olmadığı gerekçesiyle  “kuraklıktan” dem vurabiliyor.

Nitekim neoliberal düzene rağmen bu durum ABD menşeili Clean Air Task Force, The EFI Foundatio, ile kendisi başı başına tehdit olan the Nuclear Threat Initiative adlı kuruluşlar tarafından hazırlanan “Gelişmekte Olan Ülkelerde Nükleer Enerjinin Geliştirilmesi için Küresel Bir Oyun Kitabı: Başarı için Altı Boyut” (A Global Playbook for Nuclear Energy Development in Embarking Countries: Six Dimensions for Success) içindeki “Nükleer projelerin finansmanı için sadece piyasa mekanizmaları yeterli değildir; ulusal hükümetler nükleer programın başlangıcında aktif bir rol oynamalıdır” ibaresinde de görülmekte. Nükleer gibi karmaşık bir teknolojinin gelişmekte olan ülkelere pazarlanması için bankacılık kabiliyetinin artırılmasının hedeflendiği  belirtilen kitapçıkta, Fransa ve ABD gibi nükleer endüstri lobilerin güçlü olduğu devletlere önderlik görevi veriliyor.  Yeni finansman modellerinin uygulanmasına ihtiyaç olduğuna da işaret edilen kitapçıkta ülkelerin azgelişmişliği ölçüsünde finansman yollarına başvurulması için verilen örnek ise Rusya’nın Yap -Sahip ol -İşlet (B.O.O) tipi  finansman anlaşmasıyla ülkemizde kurduğu Akkuyu Nükleer Güç Santrali.

Rusya devletine ait Rosatom’un küresel projelerinin yayılımı

Kitapçıktaki  öneriler, COP28 başlamamışken nükleer enerji kapasitesinin üç kat artırılması yönündeki haberlerin dünya kamuoyuna duyurulmuş olmasıyla değerlendirildiğinde nükleer enerjiye yatırım kararlarının evveliyatının belirleyici olduğu görülmekte. Hatta ağustos ayının başında Fukuşima‘ da 11 yıldır biriktirilerek miktarı 1,3 milyon tona ulaşan radyoaktif suyun IAEA‘nın desteğiyle okyanusa boşaltılmasında da küresel nükleer kapasitenin üç katına çıkarılması planlarının  etkili olduğu söylenebilir.  Çünkü şu yazıda iddia edildiği gibi nükleerleşmenin artması, normalleştirilmesi gereken daha fazla radyoaktif kirlilik kaynağının oluşması demektir.

Nükleer enerjide ‘Rönesans’ çabası

Yukarıdaki bağlama göre, bu yazıda COP28 sonuç bildirgesinde de yer alan nükleer enerjinin düşük karbonlu kabul edilmesine dair kararın paylaşım mücadelesine dayandığını ve böylece  yenilenebilir enerjiler karşısında kaçınılmaz şekilde küçülmeye giden küresel nükleer enerji kapasitesinin  hak etmediği bir desteğe kavuşturulmak istendiğini iddia ediyorum. Bu nedenle, küresel ölçekte nükleerden elde edilen elektriğin yüzde 72’sini üreten ABD, Çin, Fransa Rusya ve G. Kore arasındaki dengenin bozulmasından odaklanıyorum. İlk yayımlandığı 1992 yılından itibaren  şeffaflıktan yoksun nükleer süreçlere dair en objektif verileri sağlayan ve bu sene COP 28’in gerçekleştirildiği tarihte yayımlanan  Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporunun bu seneki verilerinden yararlanarak yürüttüğüm tartışmada, nükleer teknolojilerin iklim krizine karbonsuz teknolojik çözüm üretme derdinin çok uzağında olup bir nükleer enerjiye yeniden rönesans yaşatma  sürecinin  lobiler arası yarışla tırmandırıldığını savunuyorum. Böylece rapor üzerine her yıl Yeşil Gazete‘ye yazdığım değerlendirme yazımı da bu sene COP 28 bağlamındaki bu yazıyla paylaşmış olacağım.

Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu’ndaki büyük resme göre küresel ölçekte inşa halindeki 58 reaktör projesi nükleer endüstriyi domine eden beş büyük devletten Çin ve Rusya’ya ait. Yani  Çin’in 2023 ortası itibariyle inşa halindeki 23 reaktörle en fazla projeye tek başına sahip konumda olması ve Rusya’nın, 2023 ortası itibariyle dördü Akkuyu’da bulunan yapım aşamasındaki 24 reaktörün tedarikçisi olarak uluslararası pazara büyük ölçüde hâkim bulunması önemli. Özellikle Rusya’nın kendi ülkesi haricinde Hindistan, Çin, Türkiye, Mısır ve Bangladeş’teki projeleriyle Fransa ve ABD’deki nükleer  lobilerine göre pazarda üstünlük yakalamış olması,  diğer nükleer devlerin yeni coğrafyalara açılma iştahını kabarttığı üzere yakın zamanda daha çok sayıda gelişmekte olan ülkenin  nükleerleştirilmek istenmesi için yeni reaktör anlaşmalarının yapılacağı öngörülebilir.

Bu şekilde gelişmekte olan ülkelerin sermayeyi kendi öz kaynakları olan yenilenebillir enerjileri geliştirmek için kullanması da engellenir.  Yani  sosyo-ekonomik sorunlar içinde demokrasi yoksunu, iklim krizine ve hükümetlerine karşı direnmesi gereken gelişmekte olan  ülke halkları bir de nükleer yük altında ezilecektir. Bu şekilde nükleer kolonyalizmin yaygınlaştırılacağı anlaşıldığı üzere, Türkiye’de AKP tarafından Sinop ve İğneada‘da kurulmak istenen nükleer santral projeleri için de  ipotek anlamına gelen yeni anlaşmaların gündeme getirilmesi beklenebilir.

Bununla beraber raporun, küresel nükleer enerji üretim seviyeleri açısından 2002 yılında 15’inci sıradaki Çin’in 2016 yılında üçüncü sıraya, 2020 yılında da dünyanın en büyük ikinci nükleer üreticisi haline gelerek 1980’lerin başından beri sektörün lideri olan Fransa’yı geçtiğini göstermesi de kıymetlidir. Kaldı ki, Fransa’daki nükleer enerji üretimi  1990’dan bu yana ilk kez yüzde 22,7’lik rekor bir düşüşe uğrayarak 300 gigawatın altına gerilemiş bulunmaktadır. Nitekim aşağıdaki tabloya göre  dünya çapında reaktörlerin ortalama yaşı 31,4 olurken,  56 reaktörü 38 yaşını geçmiş durumda olan Fransa’daki  hükümet reaktörlerin devreden çıkarılmayıp ömürlerinin uzatılması için  girişimlerde bulunmaktadır.

ABD ise 93 reaktörüyle dünyanın en fazla reaktörüne yani en geniş nükleer filosuna sahiptir. Ancak, reaktörlerinin ortalama yaşının 42 olması, dünya ortalamasına göre yaşlı olduğunu gösterirken 49 reaktörü 41 yıldır çalışmakta, son beş yıl içinde ise 47 yaşında 7 reaktörü temelli kapatılmıştır. Yani aşağıda görüldüğü üzere dünya genelinde kapatılan reaktörlerin ortalama yaşı 28,2 iken ABD’de 10 reaktör 51 yıl veya daha uzun süredir operasyonda olup Fransa’daki  gibi reaktör ömrünün uzatılması için başvuruları  yapılmıştır.

Öte yandan Rusya’nın büyüyen nükleer filosu için gereken uranyum tedarikinde engellenmesi karşısında önceki bir yazıda  tartışıldığı gibi yeni uranyum madenleri açma girişimlerinde bulunmaktadır. Bununla beraber, COP28’de bilime referans verilmesi nükleer yakıt süreçlerinde bağımlılığın aşılması için teknolojik geliştirmelere başvurulacağına işarettir. Esasen dünya genelinde mevcut santraller için 50 yıllık uranyum rezervi kalmışken nükleer kapasitenin üç kat artırılması kararı atıktan yakıt üretme süreçlerinin geliştirilmesinin hızlandırılacağı anlaşılmaktadır. Üstelik ABD ve Fransa’nın rakip gördüğü  Rusya, VVER 1200 modellerinin nükleer atığını yeniden işleyerek yeni nesil reaktörlere yakıt üretme yöntemlerini geliştirmektedir (Bu durum en az 1 milyon yıl tehlikesi sürecek olan nihai atığın ev sahibi ülkede depolanmasından önceki proseste, atığın içinden alınan plütonyumun alınarak işlenmesiyle ilgilidir). Anımsanacağı gibi Ukrayna savaşında Rusya’ya yaptırımların uygulanmasındaki zorluğun temelinde Rusya’nın nükleer santrallerde kullanılan zenginleştirilmiş uranyum yakıtının üretildiği iki teknolojiden en büyüğüne (*) sahip olması bulunmaktadır ki bu da diğer nükleer devlerin ham maddeden bağımsızlaşmak için atıktan yakıt üretme çalışmalarının hızlandırılmasına diğer bir gerekçedir.

Nükleer enerjiden elektrik üretimi düşerken artan kurulu kapasite dilemması

Dünya Nükleer Endüstri Durum Raporu’na göre nükleer enerjinin 2022’de küresel ticari brüt elektrik üretimindeki payının yüzde 9,2’ye düşerek son kırk yılın en düşük değerine gerilemesi ise faaliyette olan nükleer santrallerden elde edilen elektriğin verimlilik sorunsalı olarak karşımıza çıktığını göstermektedir. Oysa 2013-2022 yılları arasında yüzde 60’ı Çin’de olmak üzere 66 reaktör işletmeye alınırken 42 reaktörün kapatılması neticesinde kurulu nükleer kapasite 2022 sonuna kadar artmıştır.

Bununla birlikte nükleer enerjinin yenilenebilir enerjilerle rekabet edemediğini gösteren şekilde 1996’daki yüzde 17,5’lik üretim düzeyinin yarısına kadar gerilemesinde yenilenebilir enerjilerin (güneş, rüzgâr ve ağırlıklı olarak biyokütle) 2020’den itibaren artan verimliliğinin de etkisi yadsınamaz. Kuşkusuz bu sonuçta  aşağıdaki grafikte görüldüğü gibi güneş ve rüzgar enerjisinin üretim maliyetlerinin fosil yakıtlarla  nükleerden düşük olması rol oynamaktadır ki,  nükleer enerji üretim maliyetleri artan bir seyir izlemektedir.

Yenilenebilir enerjilerden nükleer santrallere kıyasla yüzde 16,5 daha fazla elektrik üretildiği belirtilen raporun 2021 yılı verileri anımsanırsa rüzgâr ve güneş enerjisinin küresel enerjinin yüzde 10’undan fazlasını sağlamıştır ki, 2022 yılında yenilenebilir enerjiden elde edilen elektrik düzeyi de yüzde 30’lara ulaşmıştır.

Nükleer endüstrinin genel olarak deneyimlenen sorunları  da mevcut santrallerde üretilen elektriğin payının küçülmesinde rol oynar. Nitekim raporda, Arjantin‘de üç reaktöründen birinde aylarca süren planlı ve plansız bakım ve onarım kesintileri nedeniyle nükleer enerji üretiminin yüzde 26,5 oranında düştüğünden; Belçika’da da teknik sorunlara bağlı olarak 2022’de yüzde 13’lük bir düşüş yaşandığından bahsedilmektedir.

Fukuşima nükleer felaketinin de etkisiyle nükleerden çıkış kararını hayata geçirerek 17 reaktörünü aşamalı olarak kapatan Almanya faktörü ile felaketin meydana geldiği tarih itibariyle önce 43 olarak belirlenen, ardından 35 olarak güncellenen reaktörleriyle Japonya’da 12 yıl sonra yalnızca 10 reaktörün operasyona yeniden başlatılmış olmasının da bu düşüşte payı vardır. Esasen raporda Japonya’da nükleer enerjiden elde edilen üretimin 2021’deki önemli artışın ardından 2022’de yüzde 15,3 oranında tekrar düştüğünden bahsedilmektedir. Benzer şekilde Birleşik Krallık‘ta, 2016 ve 2021 yılları arasında istikrarlı bir şekilde azalan nükleer üretimi 2022 yılında yüzde 4,3 artmış, ancak 2022’de üç reaktör daha kapatıldığı için 2022’nin aynı dönemine kıyasla yüzde 21,5 düşmüştür ki raporda, önceki düşüş eğiliminin süreceğine işaret edilmektedir.

Sonuç olarak, operasyondaki nükleer santrallerin sayısı artarken nükleer enerji üretiminin düşmekte olması her şeyden önce nükleer enerjinin verimsiz süreçlerinin ürünü olarak okunmalıdır. Ayrıca giderek yaş ortalaması artan ve  nükleer filo kapasitesinin yüksek gösterilmesi için reaktörlerin ömrü uzatılırken iklim krizi şartlarında  bakım-onarım ihtiyacı da artarak kırılganlaşan nükleer santrallerin tehlike düzeyi yükselecektir. Hatta teknolojik yatırımlarla uranyum zenginleştirme teknolojisi kurmak yerine ham maddenin sınırlılığı nedeniyle nükleer atıktan yakıt üretme gibi  süreçlerin yaygınlaşması yeni inşa edilmesi planlanan santrallerin daha da tehlikeli hale gelmesi demektir.

Dip toplamda nükleer pazardaki rekabetin tetiklediği nükleer kapasite artırımı  için yapılacak  yatırımın geri dönüşünün uzun inşaat süreçleriyle nükleerin küresel ısınmanın 1,5 derece altında tutulmasına yetişememesi nedeniyle iklim krizine çözüm sunamayıp çoklu felaketlere yol açması şeklinde yaşanacaktır. Yani iklim krizine bir çözüm sunamayan nükleer enerjinin teşvikler alıp  yaygınlaştırılması ancak insan sonrasına katkı(!) yapabilir ki, neoliberal nükleer devletler yarışadursun  kendisi riskli, yavaş ve hantal olan nükleer projeler bu sonu yakınlaştırmaktadır.

*

(*) Dünya genelinde zenginleştirme hizmetleri ve yakıt döngüsü ürünleri alanında ikinci sırada ise uluslararası bir tedarikçi olan Urenco vardır.

Bu yazı ilk kez 25.12.2023 tarihinde Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır

Isınan dünyada nükleer enerjinin ekonomi politiği: Küresel güneyde kalkınmacılığın sonu*

Tarihsel olarak ABD’nin Hiroşima ve Nagazaki’ye attığı atom bombalarıyla gücü dünya genelinde tescillenmiş olan atom enerjisinin yıkıcılığının yapıcı bir forma dönüştürülmesine dayanan modernleşme vaadi 1953 yılında ABD Başkanı Eisenhower’ın ilan ettiği Barış için Atom Anlaşması’nın [1] kalkınmayı hedefleyen devletlerin projeyi benimsemesiyle  hayata geçirilmiştir. Soğuk Savaş döneminin atom testleri toplumsal teyakkuzun etkisiyle resmi olarak yasaklanırken uzun inşaat süreleri, üretim için gerekli olan uranyumun belli ülkelerde bulunması ve ağır teknolojik  maliyetler  gibi nedenlerle atomun enerji formuna girmesi  yavaş gerçekleşmiştir. 1970’lerde yaşanan petrol krizine kadar nükleer enerji üretimi yaygınlaşmamışken; nükleerin  petrolün alternatifi olma ihtimalinin ortaya atılmasıyla söz konusu maliyetlerin de teknolojik gelişmeler ilerledikçe düşeceği varsayımı yaygınlaşmıştır.

Nükleer enerjinin geçmişte petrole alternatif gösterildiği gibi günümüzde de küresel ısınmanın baş tetikçisi sayılan karbonu salmadığı için fosil yakıtlara alternatif sayılarak yerini korumasına çalışılıyor. Ancak radyasyon yaydığı gibi yerküreyi  ısıtan üstelik daha tehlikeli hale getiren  kalıtsal  irrasyonel işleyişe son verecek olan da küresel ısınmanın kendisi. Zira hızlı ve gerçekçi önlemlerin alınmasını gerektiren iklim değişikliğinin sonuçları devlette devamlılık esasına göre geliştirilen hegemonik ilişki ağlarını ve bunların işleyişlerini gösteren turnusol kâğıdı gibidir. Devlet eliyle desteklenen nükleer enerji yatırımlarının iklim krizi şartlarında birçok veçheden kayıplara yol açtığını savunan bu yazı bir kavram olarak kalkınmacılığı tersyüz ederken çıkış yolu için yeşil siyasete sesleniyor.

Daha fazla tüketim için tüketim dönemi

Ekonomik olarak 1960’ların zenginleşmeyi enerji tüketimine endeksleyen paradigması yüksek miktarda enerji üretiminin değişken maliyetlerde azaltım sağlamasına yaslanarak yoğun enerji üretiminin kaynağı görülen nükleer enerjiyi bu resmin içine kolaylıkla oturtmuştur. Özellikle kapitalizmin daha fazla tüketim için üretim mantığının 70’lerden itibaren kendisini elektrik tüketimi ile ekonomik büyüme arasında doğru orantı olduğu iddiasıyla güçlendirmesi  yoğun enerji üretimi için nükleer enerjinin kabul görmesini sağlamıştır. Ancak, tüketimin gelişmişlik kriteri olmadığı, gelişmişlik indeksi ve kişi başı milli gelir gibi çoklu parametrelere ihtiyaç duyulduğu ‘90’ların ortalarından itibaren ABD’de anlaşılmışsa da Dünya Bankası’nın 2008 yılı raporunda enerji kullanımın gelişmiş ülkelere göre geri oluşu üzerinden yapılan [2] değerlendirme ilk yaklaşımın Küresel Güney için geçerli kılındığını göstermektedir. Oysa enerji israfı ve/veya enerji tasarrufu karşıtı politikalarla da enerji tüketimi yüksek gösterilebilir ki, buna en iyi örneklerden birini elektrik tüketiminin israfla artıran [3] bu sayede daha fazla enerji üretimi için ulusal  ve uluslararası sermayenin yeni yatırımlarını devreye sokmayı başaran (!) Türkiye teşkil eder.

Öte yandan askeri amaçlı çalışmaların desteklenmesinde rolü olan nükleerin enerji boyutuyla modernleşme bağının sürmesi için sermaye yoğun teknolojik araştırmaların önemli olması devletlerin araştırmaları finanse eden şirketlerin kapitalist hedefleriyle uyumlanmasını  getirmiştir. Küresel sermayenin merkezden çepere doğru yayılma ihtiyacı açısından 2000’lerden itibaren küreselleşmenin sağladığı imkanlar ise yeni coğrafyalara doğru genişleme eğilimine hizmet etmiştir ki, bu eğilim nükleer enerji şirketlerinin son yıllarda Orta Doğu pazarına yönelmesini de açıklar. Yani sermayenin coğrafi olarak genişlemesi kapitalist birikimin çelişkilerinden kaynaklanan krizlerinden kaçınarak sürerken tüm diğer alanlardaki metalaştırma süreçleri nükleer enerji sektöründe de işlemektedir.

Kapitalist birikim ve neoliberalizmin rolü

Nükleer enerji üretiminin ekonomik, ekolojik ve toplumsal riskleri nedeniyle geniş ölçekli önlemler alınmasını, proseslerine uygun kuralların oluşturulması için kanun ve yönetmelikler dahil kurumsal alt yapı düzenlemesi gerektiren yanı merkeziyetçi üretim modeliyle işlemesini zorunlu kılmıştır. Bununla beraber merkeziyetçilik, 70’lerin sonlarından itibaren kapitalist birikim, rejiminin hakim neoliberal stratejisi doğrultusunda planlamadan el çektirilen devletin düzenleyici pozisyonu gereği toplumsal itirazları bastırma görevinin öne çıkmasında, baskı ve zor uygulamalarında kendini dayatır ki, bu da siyasal iktidarların sermayenin coğrafi hareketliliği üzerinden kendi siyasi ve ekonomik hegemonyasını tesis etme ve koruma önceliği doğrultusunda yatırımları topraklarına çekme çabasıyla örtüşür. Ayrıca merkeziyetçiliğin kapitalizmin neoliberal stratejisine göre küresel şirketlere faaliyetlerini icra etmesi için gereken izinleri ayarlamak, prosedürleri uygun hale getirmek, yargı süreçlerini kolaylaştırmak, istisnai imkanlar tanımak gibi öncelikleri de vardır. Bu sayede siyasal iktidarlar ulusal ölçekte de küresel yatırımlarla iş bağlantıları kurmak suretiyle siyasal hegemonyalarını destekleyen sermaye gruplarını oluşturur.

Kurulan bağlantıların yeni iş bağlantıları için araçsallaştırılması da ticaret ağı üzerinden bu bağlantıyı kuran siyasal iktidarın hegemonyasının geliştirilmesine hizmet eder. Yani siyasal iktidarın topluma enerji ihtiyacı olarak sunduğu endüstriyel yatırımlar aslında siyasal iktidarın iktidarının devamlılığı için elzemdir ve  kalkınmacı girişimleri de kamu yararıyla ilişkisinin olmadığını  gösterir ki bu durum iktidarların toplumsal itirazları bastırmak amacıyla yıldan yıla  demokrasi dışı uygulamalara daha fazla başvurulmasını da açıklar. Küresel Güney’de devletlerin  neoliberal strateji öncesine tarihlenen Anayasalarıyla karşı karşıya gelmesi, toplumsal itirazların da hak, hukuk, hukuk, adalet arayışında siyasallaşan yargı karşısında Anayasaya sığınması, siyasal iktidarların Anayasayı sürekli değiştirmeye çalışması bundandır.

Sermayenin menfaatlerini önceleyen siyasal iktidarların girişimlerinin sonucu olan küresel ısınmanın dünyadaki yaşamın sonunun getirmemesi için bir politika değişikliğine ihtiyaç vardır. Zira çöl sıcaklarıyla, şiddetli fırtına vb. aşırı hava olaylarıyla, mega yangınlarla, sel oluşumlarıyla var oluşu tehdit ederken; bu tehdidin bir boyutunu da, krizin yeryüzünde mevcut endüstriyel altyapıyla buluşması, yani krizin çoklu felaket olarak yaşanması teşkil eder. Bu gerçek, nükleer santrallerin riskleriyle düşünüldüğünde 12 yıl önce yaşanan Fukuşima nükleer felaketinin  günümüzde deprem ve tsunaminin etkileriyle değil, nükleer felaketin etkileriyle tartışıldığını düşünmeyi gerektirir ki, Çernobil ve Fukuşima’ların yeniden yaşanma  ihtimali, nükleer santrallerin sorunu nasıl derinleştirdiğini gösterir.

Nükleer santrallerin arz güvensizliği

Nükleer santrallerin küresel ısınma ile ilgili sorunu, normal şartlarda su ile soğutulan, bu nedenle nehir ve göllerin kıyısında kurulmuş olan nükleer santrallerin, debisi sınırlı olan su varlıklarının  ısınmasına bağlı olarak aylarca devreden çıkarılmasını gerektirmesiyle bugünden görülmektedir. Örneğin Fransa’da elektrik ihtiyacının yüzde 85’ini karşılayan 58 reaktörün neredeyse yarısının ırmak ve göl kenarlarında kurulmuş olması nedeniyle yaz aylarında devreden çıkarılmasının gerisinde soğutma suyunun aşırı ısınması vardır. Nükleer santrallerin enerji arz güvenliği, kesintisiz enerji imajını sarsan bu verimsizliğinin inkârı, yani soğutma sisteminin çalışmamasına rağmen üretime devam edilmesi ise kaza boyutunu düşünmeyi gerektirir. Bununla beraber  küresel ısınma arttıkça deniz ve göl kenarlarındaki su soğutmalı nükleer santraller için gündemdeki bu tehlikenin, dünya genelinde en yaygın olan hafif su reaktörlerinin deniz kıyısındaki tesislerinde de yaşanabileceği öngörülebilir.  Ayrıca deniz kıyısındaki nükleer santraller için bir diğer tehlike de, deniz seviyesindeki yükselmelere bağlı olarak deniz suyunun  tesisleri ve tesis sahasında geçici depolanan nükleer atıkları su altında bırakması riskidir. Özellikle  küresel ısınmadaki artışın 2 dereceye doğru ilerlemesiyle deniz suyu seviyesinin 3 metre yükselecek olması tesis sahasındaki havuzların içinde 10-20 yıl muhafaza edilmesi gereken  kullanılmış yakıt çubuklarının tesiste geçici olarak depolanmasına karşı şimdiden  önlemlerin alınmasını gerektirir.

“Nükleer enerjide ısrar edilmesi, paylaşım savaşlarına yol açarak uluslararası ihtilaf ve savaş olasılığını tırmandırmasının yanı sıra sınırlı miktarda olan uranyumun çıkarılması ve sevkiyatıyla karbon salımına pozitif besleme yapmaktadır.”

Küresel Güney’de siyasal iktidarların  kalkınmacı pratikleri besleyen alışkanlıklarının nükleer santralleri daha tehlikeli hale getirdiği ve çoklu felaketin neredeyse bir diğer ayağını oluşturduğunu söylemek de yanlış olmaz. Buna en güzel örneği yazın en sıcak döneminde 32 dereceye varan Akdeniz’in su sıcaklığının değişmemesi için tesislerden deşarj edilen suyun sıcaklığının 35 dereceyi geçmesini sınırlayan Su Kirliliği Kontrol  Yönetmeliğinin 36. Maddesinde yapılan değişiklikle [3] Akkuyu Nükleer Santrali’nin  bu maddenin kapsam dışına çıkartılmasıyla Türkiye sergilemektedir. Bu durum  Dünya Meteoroloji Örgütü tarafından küresel sıcaklık artışının 3 dereceye vardığında Akdeniz’in bölgesel olarak daha da ısınacağını ortaya koyan projeksiyonlarıyla düşünüldüğünde kanun ve yönetmeliklerde değişiklik yapılarak tehlikenin yok sayılmasının  değil santralin verimliliği, Akdeniz ekosistemi ve  yaşamın kesintiye uğramaması için hayati olduğu nettir.  Oysa Küresel Kuzey’in Avrupa’daki örneklerine bakıldığında nükleer santrallerin çektiği soğutma suyu sıcaklığı 25 derecelerde olduğu gibi deşarj sıcaklığı da 30 derecelerdedir. Bu durum aynı zamanda Uluslararası Atom Enerji Ajansı (IAEA) gibi düzenleyici üst kurumların da Küresel Kuzey ile Güney arasındaki yaklaşım farkının felakete yol açma ihtimalini gözetmediğini, yalnızca nükleer santrallerin kurulmasında, pazarın genişletilmesinde rol oynadığını da gösterir.

Küresel ısınmaya etkisi

Küresel ısınma merceğinden bakıldığında nükleer santralleri savunan siyasal iktidarların kalkınmacılık maskesi altında tutuna geldiği kesintisiz elektrik üretimi, enerji arz güvenliği gibi kavramlarla vedalaşması gerektiği de açıktır. Üstelik nükleer enerjide ısrar edilmesi, paylaşım savaşlarına yol açarak uluslararası ihtilaf ve savaş olasılığını tırmandırmasının yanı sıra sınırlı miktarda olan uranyumun çıkarılması ve sevkiyatıyla karbon salımına pozitif besleme yapmaktadır.

Enerji arz güvenliğinden bahsedilebilmesi için önerilen enerjinin önce güvenli olması gerekirken; nükleer santrallerin geleneksel sorunlarına eklemlenen iklim krizi, nükleer santrallerden acilen vazgeçilmesini gerektiriyor. Ne var ki, nükleer enerjinin yüksek yatırım maliyetlerinin üstlenilmesi teknolojik gelişmelerle enerjiye erişim imkanının ve verimliliği artan yenilenebilir enerji yatırımlarına yönelmenin önünde engel. Geçtiğimiz yollar, kaynağını doğadan alan ve kaynağında sınırlı olmayan, doğayla uyumlu yenilenebilir enerjiye yönelmenin elzem olduğunu gösterirken iklim krizinin en temel nedenlerinden kalkınmacılık adı altında işleyen menfaat odaklı yaklaşımların yol açtığı tahribat da yaşamın devamlılığının ancak adalet, katılımcılık, paylaşımcılık gibi yeşil siyaset ilkeleriyle mümkün olabileceğini bilincimize nakşediyor.

Dipnotlar:

[1] Barış için Atom Anlaşması’nı 1955 yılında ilk imzalayan ülke hızlı modernleşme idealine erişme beklentisi içindeki Türkiye’dir.
[2] Kayıp kaçak oranı %30’larda olup yaz saati uygulamasının kaldırılması da %10’luk ilave tüketim yaratmıştır. Yani enerji israfı üzerinden enerji tüketiminin yüksek gösterilmesi sağlanırken; Türkiye gelişmiş ülke skalasında görünmektedir. Bu durum, iklim değişikliğinin önlenmesi için yeşil fonlara ulaşmasında gelişmiş ülke sayılarak kapsam dışında kalmasının da nedenleri arasında olduğu şeklinde değerlendirilebilir. Bkz: TMMOB Enerji görünümü raporları
[3] Bkz (Ek fıkra: RG-12/5/2023-32188) Nükleer Güç Santralleri için; endüstriyel soğutma sularının denize deşarjında Yönetmeliğin diğer hükümleri geçerli olmak kaydıyla 33’üncü maddenin 4 üncü fıkrasında belirtilen şartlar aranmaz.

Kaynaklar 

*

(*)Bu yazı ilk kez 31.07.2023 tarihinde Yeşil Siyaset Dergisi’nde  yayımlanmıştır. 

G. Kore’de toplanan Nükleersiz Asya Forumu’ndan izlenimler: Buzdağının altı

Japonya’daki nükleer karşıtlarının 1993 yılında “Gelin, birlikte nükleer santralsiz ve nükleer silahsız, barış içindeki Asya’yı inşa edelim” sloganıyla kurduğu ve ilk etkinliğini nükleer santrallere karşı direniş desteği vermek için Güney Kore’de gerçekleştirdiği Nükleersiz Asya Forumu, pandemi nedeniyle dört yıllık bir aranın ardından 30’uncu yıldönümünde yine G.Kore’de yapıldı.

Asya ülkelerindeki nükleer karşıtı mücadeleler arasında bilgi ve deneyim paylaşımı temelli olduğu kadar gerektiğinde direnişi büyütme misyonuyla faaliyetlerini on yıllardır sürdüren Forum, 19-23 Eylül tarihlerinde Japonya, Tayvan, Tayland, Hindistan, Filipinler, Avustralya ve Türkiye’den davet edilen nükleer karşıtı sivil toplum üyelerinin katılımıyla 20’nci buluşmasını gerçekleştirdi.

Forum üyelerinin güncel ülke raporlarını sunarak karşılıklı bilgi alışverişinde bulunmasıyla başlayan altı günlük program kapsamında, Seul-Busan-Ulsan-Gyeongju-Uljin gibi nükleer santral tesislerinin kurulu olduğu kentlerle nükleer karşıtı mücadelenin nükleer santral projesini engelleyerek başarı sağladığı Samchaek’e gidildi.

Bu ziyaretlerde hem nükleer süreçlere dair bilgi edinilerek nükleer karşıtı mücadelelerin aktörleriyle bir araya gelindi, hem de Forum üyelerinin konuşmacı olduğu enerji politikaları, demokrasi ve nükleer karşıtı hareket temalı panellerle münazara ortamları oluşturuldu. Eylül ayında Fukuşima’nın radyoaktif suyunun okyanusa boşaltılmasına başlanması Forum’a damgasını vurduğu üzere, kent merkezlerinde basın açıklamaları yapıldı. Programın son günü olan 23 Eylül’de ise Seul’de gerçekleştirilen İklim Adaleti Yürüyüşü’ne katılım sağlanmasıyla nükleer santrallerin iklim krizinin çözüm aracı değil bilakis yeni sorunların kaynağı olduğu vurgulandı; Türkiye’den nukleersiz.org olarak da bileşenleri arasında yer aldığımız İklimime Nükleeri Bulaştırma/Do not Nuke The Climate Ağı’nın eylemlerine destek verildi.

G.Kore’nin ‘nükleer mağduriyet’i

Yukarıda çerçevesini çizdiğim programa göre bu sene G.Kore’de gerçekleştirilmiş olan Nükleersiz Asya Forumu’na dair bir değerlendirmeyi daha önce Japonya, Filipinler ve Tayvan’daki etkinliklerin ardından olduğu gibi yine Yeşil Gazete‘de paylaşmaya çalışacağım.

Ancak Türkiye’de nükleer enerjiyi savunanların G. Kore’yi örnek göstermesi  bakımından “buzdağının altı” olarak nitelediğim nükleer mağduriyet halini  görünür kılmayı istiyorum. Bunun için daha ziyade, ülkedeki hâkim enerji politikasına değinerek nükleer santrallerin kurulmasına ikna olmuş bir ülkede nükleer karşıtı mücadeleyi etkileyen koşullardan bahsedeceğim.

Türkiye’nin yedide birine denk yüz ölçümü ve yarısına karşılık gelen nüfusuyla fosil yakıtlarda dışa bağımlı bir ülke olan G. Kore’nin endüstrileşmesinde nükleer teknolojisinin payına vurgu yapılır. Kalkınmasında kurulu elektrik gücünün yüzde 26’sını oluşturan operasyon halindeki 25 nükleer santralinin elbette payı vardır, ancak enerji üretiminin politik tercihlerle şekillendiğine önemli bir örnek, sol siyaset izleyen Moon Jaein hükümeti döneminde nükleerden çıkış planlanmışken 2022 yılında sağ siyaset izleyen Yoon Suk Yeol hükümeti döneminde bu planın ters yüz edilmesidir. Yani yenilenebilir enerjilere geçişin eşlik edeceği şekilde ömrünü tamamlamış olan nükleer santrallerin kapatılmasıyla Almanya’daki gibi nükleerden çıkış mümkünken yeni hükümetin önceliği, nükleerin enerji üretimi pastasındaki payının 2030’a doğru yüzde 30’a çıkartılması olmuştur.

G.Kore’nin enerji politikasındaki rüzgârın nükleerden yana dönmesiyle devlet şirketi olan Kore Hidro-Nükleer Güç (KHNP) ile nükleer lobisinin işbirliğiyle inşa halindeki iki reaktörün yanı sıra SMR iştahı ile yurt içinde, Birleşik Arap Emirlikleri’nde 2017 yılında operasyona başlayan Barakah Nükleer Santrali konsorsiyumunun ardından deniz aşırı projelerden pay kapma eğilimiyle yurt dışında aktifleştiğini de söylemek yanlış olmaz. Nitekim bu sene temmuz ayında G.Kore’nin Türkiye’deki Sinop projesine teklif verdiği haberleri de basınımıza yansımıştır. Ancak görüştüğüm nükleer karşıtlarının yorumunun G.Kore’deki şirketlerin Türkiye projesinden ziyade Polonya projesiyle ilgilendiği yönünde olduğunu belirtmek isterim.

Image: World Nuclear Association

G.Kore’de ilk nükleer santrallerin kurulmasına ‘70lerin sonunda ömrü 30 yıl olan Kori 1 reaktörüyle başlanmışsa da nükleer santrallerin bir çoğu, ‘80’ler,‘90larla 2000’lerin başında faaliyete geçmiştir. Bu tarihten sonra, 2011 yılında Japonya’da meydana gelen Fukuşima Nükleer Felaketi’nin meydana gelmesi ise yükselen nükleer karşıtlığının etkisiyle nükleer santral projelerinin hızını kestiği söylenebilir. Busan-Ulsan-Gyeongju ve Uljin kentlerindeki nükleer santrallerin kent merkezlere yakınlığı ve bir kaza halinde acil durum tahliye zorluğu gibi risklerin varlığı endişelerin yükselmesinde rol oynamıştır. Özellikle Gyeongsangbuk eyaletinde soğutma suyunun tedarik edildiği nehrin iki yakasında konuşlanan 5’er reaktörlü Busan ile Ulsan kentlerindeki, ikisi inşa halinde biri geçici kapalı durumdaki nükleer santrallerin 3,8 milyon kişinin yaşadığı kent merkezine yalnızca 25 kilometre mesafede olması temel sebeplerden sayılıyor. Yine bu bölgeye 30 km mesafede Uljin’deki 6 reaktörlü Wolseong Nükleer Santrali‘nin bulunması da endişeleri destekliyor. Bununla beraber, depremselliğin düşük olduğu G.Kore’de Fukuşima sonrası testlerle kentsel merkezlere yakın nükleer santrallerin inşasında sismik riskin göz ardı edilmiş olduğunun anlaşılmasının ve 2016 yılında Gyeungju’da meydana gelen 5,8 büyüklüğündeki depremin korku yaratmasının etkili olduğunu da söyleyebilirim.

Sağlığı bozulana ‘evini taşı’ önerisi

Nükleer teknolojisiyle dünyada “en”ler arasında yer alan G.Kore’de göz ardı edilen yalnızca riskler değil. Yazının başlığında işaret ettiğim buzdağının altındaki konulardan biri de normalin 10 katı daha fazla tirityum içeren ağır su reaktörleriyle Wolseong Nükleer Santrali’nde 2019 yılında meydana gelen sızıntıların ve de reaktörde tespit edilen mikro çatlakların çevre ve halk sağlığını tehdit etmesi.

Bu konuda nükleer santral çevresinde yaşayanlara yapılan idrar testleriyle tirityumun dahili olarak alındığı ispatlanmış, hatta santralin işletildiği yerleşim yerinin sakinleri içinde tiroit kanserine yakalananların sayıca artması da mağdurların epidemolojik delillerle dava açarak hak arama sürecine uzanmış bulunuyor. Ne var ki hukuki mağduriyetlerin de eklendiği dokuz  yıllık süreçte Wolseong nükleer santraline karşı sivil toplum güçleri tarafından açılan davalar tesisin taşınmasını sağlayamamış. Hem de Çevre Bakanlığı’nın santralin çevresinde yaşayanlar üzerinde yürüttüğü araştırmanın sonuçlarının insan sağlığının nükleer santrale fiziki yakınlık oranında bozulduğunu teyit etmesine rağmen… Yani devlet sağlık şartlarındaki bozulmanın tek nedenin nükleer santral olmadığı gibi kaçış yollarına başvururken, sağlığı bozulana “sen evini taşı”demiş oluyor.

Yonggwang Gulbi (yellow corvina)

G.Kore’deki nükleer santrallerdeki sızıntı ve çatlak haberleri ülkede balıkçılığa da zarara uğratmış.  Geleneksel Kore yemeklerini vazgeçilmezi sayılan levrek familyasından Yonggwang Gulbi (yellow corvina/ sarı korvina)  balığının satışları nükleer santralle ilgili sızıntı ve çatlak haberleri nedeniyle düşünce balıkçılar tesisin adının değiştirilmesi için dilekçe vermiş. KHNP tarafından dünyanın beşinci büyük nükleer santrali olarak altı reaktörlü Yonggwang Nükleer Santrali‘nin Güney Jeolla eyaletindeki reaktörlerinin adının 2013 yılında “Hanbit” olarak değiştirilmesi sağlığını yitirme riskiyle yaşayanlara “sen git” diyen hükümet ile KHNP’nin ne balıkçılara ne de balıklara aynı tavrı sergileyemediğini gösteriyor.

Hatta aynı yıl altı reaktörlü Uljin Nükleer Santrali’nin adı da kentin adıyla markalaşmış olan yengeç satışlarının üzerinde olumsuz imaj  yarattığı için, “Hanul” olarak değiştiriliyor. Aynı tesisin bu tarihte inşa halinde olup 2022 itibariyle 2032’ye kadar operasyona başlaması planlanan reaktörlerine ise “yeni” anlamına gelen “Shin” kelimesi ilave edilerek nükleer santral tesisi, eski yeni reaktörlere Hanul adının verilmesiyle gereken algı değişikliğinin sağlandığı anlaşılıyor.

Foto: PD

Program kapsamında son uğrağımız olan Samchaek ise nükleer karşıtı direnişin başarıya ulaştığı bir kent. 1970’lerden itibaren nükleer santral kurulmasına direnen kesimlerin mücadelesi ,projenin yeniden gündeme geldiği 2000 sonrasında yerel yönetimin desteğini alarak etkisini artırmış. Ancak kentteki termik santralin mevcudiyeti değişik dinamiklerin devrede olduğunun işareti sayılabilir. Yine de Samchaek’teki mücadeleyi hareket aktörlerinden dinlemiş olarak Mersin ve Sinop’taki projelerin Samchaek projesi gibi iptal edilmesi için anıt taşa nükleer karşıtı flamalarımızı bırakarak dilek dilemekten kendimi alamadığımı belirteyim.

Atık sahası olmayan nükleer ülke!

Nükleer santrali olan ülkelerde nükleer karşıtı mücadelenin en yoğun sürdüğü alan kuşkusuz nükleer atıkların depolanması için bir yerin belirlenmesi sürecidir. Demokrasinin kurumları görece işleyen ülkelerde nükleer atık alanının seçiminde de katılımcı süreçler dikkate alınır. Yani ülkemizde 2022 yılının Kasım ayında Ankara sınırları içinde Avadanlı’da tarım alanlarına yakın bir arazinin nihai atık alanı olarak ilan edildiği anımsanırsa, dünya genelinde nihai nükleer atık sahası Türkiye’deki gibi çitlenmiş bir alanın bakanlıklar arasında el değiştirmesiyle belirlenmiyor! Nitekim, G. Kore’de 37 yıldır hükümetlerin girişimlerine ve nükleer santralleri savunan bir kesim olmasına rağmen dünya genelinde nükleer teknolojiyi haiz ülkelerdeki gibi nihai atık alanının bulunmaması, toplumsal muhalefetin kendisini dayatabileceği yargı erki gibi hukuki bir zemin bulabilmesine dayanıyor.

Bununla beraber toplumsal muhalefetin güçlenmesini sağlayan gelişmeler arasında 2016 yılında bir nükleer atık deposunda yangın çıkması halinde ülke yüzölçümünün yarısından çoğunun radyoaktif kirliliğe uğrayacağı ve toplam nüfusun yarısına karşılık gelen 24,3 milyon insanın tahliye edilmesi gerektiği yönündeki haberlerin basında yer almasının öne çıktığı söylenebilir. Esasen bu gerçeklik, Türkiye’deki nükleer karşıtı hareketin Akkuyu ve Sinop projelerinin yanı sıra Ankara’da nihai atık alanı tayin edilmiş olmasına karşı da kamuoyu farkındalığı oluşturması gerektiğini anımsatıyor.

Foto: Toach

Ağustos ayının sonunda Fukuşima’dan radyoaktif suyun denize boşaltımına verilen onay ise bu bölgeye denizden 1000 kilometre mesafede olan G. Kore’de tarihsel husumetin izlerinin de etkisiyle Japonya’nın bu eylemine karşı tepkiyi tırmandırmış bulunuyor. Nitekim yüzde 70 düzeyindeki karşıtlık nükleer yanlısı ve Japonya’ya destek veren hükümetin varlığına rağmen nükleer karşıtı söylemleri olanaklı kılarken bizim de kentin en işlek alanında basın açıklamaları yapabilmemizi destekliyor.

Öte yandan bu durumun tarifi  G.Kore’de bir Japonya yurttaşı için de geçmiş hassasiyetlerle yüzleşmeden mümkün olmuyor. Nitekim 30 bin kişinin katıldığı İklim Yürüyüşü kapsamında “İklimime Nükleeri Bulaştırma” ağının etkinliğinde konuşan Japonya’dan Nükleersiz Asya Forumu’nun kurucusu Daisuke Sato’nun (*) ilk sözleri “Japonya’da bu radyoaktif suyun denize dökülmesini engelleyemedik. Japonya Asya ülkelerini işgal etti ve sömürgeleştirdi, ancak şimdi bunu bir de radyasyonla yapıyor. Bir Japon olarak sizlerden özür diliyorum. Radyoaktif suyun okyanusa ve Japonya’ya boşaltılmasına karşı mücadele edeceğiz” oluyor.

Fukuşima’nın radyoaktif suyunun okyanusa boşaltılması nükleer santrallerin gerçeğinden bağımsız olmadığı için Japonya’nın kararını kınayan kitlelerin nükleer karşıtlığına kanalize edilmesini kolaylaştırdığı söylenebilir. Nitekim Japonya’nın kararına tepki, katılımı yükseltirken İklim Adaleti Yürüyüşü’ndeki ağırlığı renkli performanslar sergileyen İklimime Nükleeri Bulaştırma Ağı’nın sağladığını belirtmem yanlış olmaz.  Bu kapsamda yürüyüş boyunca,  Türkiye’den nükleer karşıtları dahil 70 kadar çevre örgütü ile platformun  imza vererek desteklediği  gibi en başta nükleer santrallerin ağır maliyetleri ve uzun inşa süreleriyle iklim krizine ihtiyaç duyulan acil çözümü sunmaktan uzak olduğuna ve iklim krizi şartlarında radyoaktif felaketlere zemin hazırlayarak felaketlere yol açtığına da dikkat çekilmiş bulunuyor.

Foto görsel: Toach

Türkiye’de Akkuyu Nükleer Santrali operasyona başlatılmamışken ve de Sinop  projesinin akıbeti dahi belli değilken bir de İğneada’nın telaffuz edilmesi öngörüsüzlüğün ve umursamazlığın ta kendisi! Fakat, ülkemizde on yıllardır erozyona uğrayan  demokrasinin kurumlarının artık çökmüş olması halihazırda tehlikeli olan nükleer santrallerle bağlantılı tüm sorunları daha da derinleştiriyor. Bu noktada Nükleersiz Asya temennisi, dünyanın nükleer santral ve silahlardan arındırılması için mücadelede ideal ölçekte bir hedef. Açıklı koyulu tonlardaki deneyimler ise, bu coğrafyanın kaderini dönüştürme potansiyelini elinde tutuyor.

*

(* ) Daisuke Sato,  Sinop’taki nükleer santral projesinden Japonya henüz çekilmemişken 2018 yılında Fukuşima’nın kadın tanığı Masumi Kowata‘yı getirmiş, benim de Türkiye ayağını organize ederek  Japoncadan çevirlerini üstlendiğim Sinop ve İstanbul’daki söyleşilerin mimarı olmuştur. Bu kapsamda Sinop’ta  Sinop Nükleer Karşıtı Platform (SNKP)’un ev sahipliğinde ve SNKP tarafından her yıl düzenlenen Çernobil Nükleer Karşıtı Mitingiyle eş zamanlı yapılması öngörülen panel, mitingin o yıl OHAL gerekçesiyle ilk kez yasaklanmasıyla beraber iptal edilmişse de, SNKP panel etkinliğini halkın meydan söyleşisine çevirerek Fukuşima’nın Kadın tanığının sesinin duyulmasını sağlamıştır. İlgili haber için tıklayın.

İlk olarak Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır