Fukuşima’nın radyoaktif suyunun deşarjı benzer girişimlere emsal olabilir

İklim krizi en son Çanakkale’de, Şırnak’ta, komşu Yunanistan’da, ülkenin ve dünyanın dört bir yanında küçük bir kıvılcımla ormanları, canlıların yaşam alanlarını hızla kömüre, küle çevirirken plastik ve atıklarla kirletilmiş olan dünya denizlerinin kar ve maliyet merkezli politikalar nedeniyle bir de fütursuzca radyoaktiviteye bulanması söz konusu. Zira bilindiği gibi Japonya hükümeti ve TEPCO tarafından yürütülen işlemler çerçevesinde tesis sahasındaki su tanklarında biriktirilmiş olan 1,34 milyon ton radyoaktif suyun deşarjına başlandı.

Atık suyun katılaştırılıp inşaat malzemesine dönüştürülmesi veya uzun vadede ilave depolama maliyetleri gerektiren 100 kat daha pahalı fakat daha güvenli seçenekler elenerek yalnızca 23 milyon dolarlık arıtma sisteminin kurulmasıyla Çevre Etki Değerlendirmesi(ÇED) dahi yapılmadan deşarj faaliyetinin hayata geçirilmesi ekokırım anlamına geliyor. Bununla birlikte 40 yıl süreceği belirtilen bu deşarj yöntemi birazdan nedenlerini okuyacağınız üzere küresel ekosistemin görünenden çok daha uzun ve yoğun bir şekilde  hücrelerine kadar sistemik bir saldırıyla karşı karşıya olduğunu ortaya koyuyor.

Japonya ‘arıtma’ konusunda doğruyu söylemiyor

Meselenin Çernobil nükleer felaketi ile aynı tehlike derecesindeki Fukuşima’da 2011 yılında deprem ve tsunami ile tetiklenen nükleer felaketin üç reaktör çekirdeğinin tam erimeye uğramasının sonucu olarak biriktirilen atık su olması, deşarj işleminin nükleer santrallerin olağan sayılan deşarj işlemlerinden farkını ve tehlikenin boyutlarını ortaya koymakta. Japonya Çevre Bakanlığı’nın internet sitesinde yayımlanan verilerle de itiraf edildiği üzere aslında biriktirilmiş atık su  içinde arıtma yapıldığı iddia edilen radyoaktif izotopların sayısı gerçek miktarın  yalnızca yarısı kadar! (1)

Bu noktada gözden kaçan bir detay radyoaktif suyun denize boşaltılması için telaffuz edilen 40 yıllık sürenin dışında deşarj miktarına dair bir bilginin paylaşılmamış olması. Zira bu durum belirtilmiş olan süre zarfında örneğin 100 yıllık deşarjın yapılma ihtimalinin de saklı olduğunu akla getiriyor. Ayrıca daha bugünkü itirazlar yok sayılırken 40 yıl süren bir deşarjın ardından deşarj  döneminin uzatılmasına karşı hangi itiraz ne kadar dikkate alınabilir?

Açıkçası Fukuşima’da deşarjına başlanmış olan radyoaktif suyun 10 yıl içinde Marmara, Akdeniz, Ege, Karadeniz dahil  dünya denizlerine karışmış olacağı gerçeğinin yanı sıra denizlerdeki buharlaşmanın da ekosistemdeki endüstriyel radyoaktiviteyi artırması söz konusu. Peki dünya genelinde kanser hastalıklarının, DNA bozulmaların, düşük vakalarındaki artışın, sağlıklı nesiller yetiştirmenin zorlaşması anlamına gelirken bu siyasi kararın  müsebbibi olan TEPCO, Japon hükümeti ve IAEA açısından fazlasıyla kötücül imaj oluşmuyor mu?

Hedef, ‘normalleştirmeyle’ aşılacak yeni eşik!

Anlaşılan o ki toplumsal itirazların yok sayılarak dünya denizlerinin nükleer atık havuzuna çevrilmesinin gerisinde kapitalist işleyişin çelişkili sürekliliğini kendi krizlerinin içinden güçlenerek çıkmasına borçlu olan uygulamalardan ilham alan daha büyük bir hedef yatıyor: Nükleer endüstrinin maliyetlerini düşürmesini sağlayan girişimlerinin normalleştirilmesiyle yeni bir eşiğin daha aşılması!

Yukarıda öne sürdüğüm iddiayı 10-12 yılda biriktirilmiş olan 1 milyon 340 bin ton suya Japonya genelinde diğer nükleer santrallerin atık sularının da eklenmesi ihtimaliyle düşünmek de mümkün. Zira iklim krizi şartlarında nükleer santrallerin maliyetli süreçleri bu endüstrinin ataletini artırırken IAEA bu yolla dünya genelinde operasyon halindeki 410 reaktörle inşası devam eden 50 reaktörün yanı sıra bakım onarım, operasyondan çıkarılmış söküm sürecindeki 80 kadar reaktörün  atık suyunun boşaltımını kolaylaştırarak endüstriyi cesaretlendirebilir.

Bu durum özellikle ülkemizde inşasında sona yaklaşılan Akkuyu Nükleer Santrali’nin sahibi Rusya’nın 1957 yılındaki Mayak nükleer santral kazasını ’90’lara kadar sakladığı  ve nükleer atıklarını Techa nehrine 1948 yılından 2004 yılına kadar boşaltmış olduğu gerçeğiyle düşünüldüğünde Rosatom‘un kirli sicili nükleer deşarjın  legalleşmesinden yararlanma ihtimalinin yüksek olduğuna işaret ediyor. Kaldı ki bu zihniyetin kendi toprağı da olmayan demokrasisi gelişmemiş bir ülkede ve 35 dereceyi aşmaması gereken deşarj suyu sıcaklığını sınırlayan maddeden Akkuyu’yu muaf tutan siyasal iktidarın hakim olduğu  karar süreçlerinde Akdeniz’de neler yapabileceğini öngörmek  zor değil!

IAEA’nın icra ettiği rol

Özetle devletlerin şirket gibi yönetilmesini benimsemiş olan siyasal iktidarların “verimlilik” karlılık iddialarıyla kimin karını ve menfaatini kolladığı Fukuşima örneğiyle bir kaz daha karşımızda. Ancak bu işleyişe eşlik eden küresel üst kurum olarak IAEA’nın  kamuoyunu teskin edici söylemlerinin etkisini es geçmemeli. Ne var ki o söylemler IAEA’nın icra ettiği rolün bir parçası. Nitekim  IAEA içinden dışarıya sızan bir belge TEPCO ve Japon Hükümetine desteğini açıklayan ajansın nükleer santrallerle ilgili olumsuz imaj yaratan açıklamalardan kaçınılmasını, basını ve kamuoyunu manipüle eden bilgilerin yaygınlaştırılmasını telkin ettiğini gösterirken bu kurumların aralarındaki kirli ilişkiyi deşifre ediyor.

Bununla birlikte IAEA’nın nükleer endüstri  içindeki koordinatlarının 1959 yılında Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ile yaptığı bir anlaşmaya dayandığı atlanmamalı. Zira nükleerin çeşitli ölçeklerde toplum sağlığına etkisine dair en üst yetkili birim nosyonunu yüklenmesini sağlayan bu gizli anlaşma, kurulma nedeni nükleer santrallerin dünya genelinde yaygınlaşması olan bu üst kurumun küresel toplumun maruz kaldığı sağlık risklerini örtbas ettiğini açıklıyor. Özellikle Fukuşima sürecinde IAEA içinden ifşa edilen yukarıdaki belgenin skandal boyutu dikkate alınırsa IAEA’nın radyoaktif atık suyun  küresel sağlık riski bulunmadığı konusundaki taahhütlerine güvenilmesi yanıltıcı olur ki, bu durum IAEA’nın Ukrayna’daki savaşta Çernobil ve Zaporijya nükleer tesislerinden yayılan radyasyon verilerine dair  gerçekçi ve doğru bilgi paylaşmadığı ihtimalini de pekiştiriyor.

Sonuç olarak küresel toplum açısından yapılması gereken IAEA’dan sızdırılan bu belgenin skandal niteliğine dikkat çekilerek Fukuşima’dan okyanusa radyoaktif suyun deşarjının durdurulması ve nükleer santrallerin pazarlamasını önceleyen kurum olan IAEA’nin toplum sağlığını ilgilendiren karar süreçlerinin dışında kalmasını talep etmesidir.  Bununla birlikte  Fukuşima’daki radyoaktif kirliliğin bertarafında tüm proseslerin iç kontrol ve mali kontrol süreçlerinin en azından farklı iki birim tarafından ifa edilmesi sağlanacak şekilde görevler ayrılığı ilkesinin uygulanması talep edilmelidir.

Bu noktada süreçleri takip eden sivil toplum örgütlerinin üzerinde durduğu konuların aydınlığa kavuşturularak önlemlerin alınması önemli olduğu gibi nükleer santrallerdeki faaliyetlerin süreçlerden  birinci  derecede etkilenen çevre ülkelerce oluşturulacak bir konsorsiyumun dahliyle gerçekçi çözümlerin üretilmesi sağlanmalıdır. Bu konuda nükleer endüstri sathında Çernobil Nükleer Santrali’nin patlamış olan dördüncü reaktörünün dış hava koşullarından korunması için 1997 yılında 40 ülkenin bir araya gelerek finansmanını sağlamasıyla 2016 yılında tamamlanan çelik kubbenin inşası başarılı bir örnek alınabilir.

Kuşkusuz Çernobil için Ukrayna’nın maddi kaynak yetersizliğine bağlı olarak oluşturulan ekonomik ve idari kontrol mekanizmasının felaketin maliyetlerini tek başına üstlenen teknoloji devi Japonya açısından benimsenmesi zordur. Yine de istemi değiştirme yönünde henüz iradesini tam olarak ortaya koyamayan küresel toplum gezegendeki yaşamın tamamen dönüştürülmesinin sınırlarına gelinirken ancak bulabileceği sistem içi çözümle iklim krizine eklemlenen radyoaktif kâbusun önüne geçebilir. Yani siyasal iktidarların verimlilik ve karlılık iddiasıyla diline pelesenk olan “devleti şirket gibi yönetme” mantığının kurumsallık zeminine oturtulmasıyla, öykünülen şirket yönetiminin rasyonalitesine erişmek mümkün olabilir.

*

(1)Deşarja ilişkin detaylar için Yeşil Gazete’nin haberine bakabilirsiniz.

İlk olarak Yeşil Gazete’de yayımlanmıştır

Devastating Earthquake in The East of Turkey and The Akkuyu NPP Issue

The Sinop Project which is at the EIA stage is in the north and The Akkuyu Project which is at the construction stage (coming to the end) is in the south of Turkey

On the 6th of February one of the 7,7 and the second 7,6 magnitude, earthquakes hit Turkey’s Kahramanmaras city which is at a distance of approx 270 km from the Akkuyu area where the first nuclear power plant of Turkey has been in the construction process since 2019. Due to the earthquakes happening repeatedly, this made its impact even stronger.

Despite Anatolia laying on the fault lines there is ongoing nuclear power plant construction in this country. Turkey has also another nuclear power plant in the north which can be affected by the movements on the North East Fault Line.

Akkuyu Nuclear Power Plant was started through an Intergovernmental agreement signed between Russia and Turkey in 2010 and Built-Own-Operate (BOO) model was agreed upon for the construction of reactors. It is on the coast of the Mediterranean in the city of Mersin where the earthquake caused fear. Regarding the devastating earthquake, public concern grew and eyes turned to the safety conditions of Akkuyu.  According to the information released by Anastasia Zoteeva from Rosatom, it was said that there was no damage to the Akkuyu NPP, and the earthquake was felt about a magnitude of  3 at Akkuyu so it was not felt strong. But this does not mean that there is no risk. despite it is not devastating this time, this does not mean that it will not be threatening life in the future. Actually, we are even lucky because reactor fuel rods have not been brought to Turkey yet.

The reason we especially need to focus on Akkuyu NPP  is that there is a huge lack of transparency. In fact, transparency is avoided by putting forward the ‘security’ rationale in general terms in the processes related to nuclear power plants. However, the way of doing business in Akkuyu NPP as of the date of its construction is itself a source of safety hazard.

Unfortunately till today, many issues happened at the Akkuyu  NPP site such as cracks (twice); water leakage; explosion; fire; and three lethal accidents on service buses that carry employees since 2019 when the construction started.

Besides, I have to say that while the government was gaining power in 2016  civil society was ignored and no public hearings were performed properly during the EIA processes. Even in court cases, decisions were given politically. Experts and scientists explained scientific risks within the lawsuits filed by 13 non-governmental organizations, and we also wrote about it publicly. But the law was acquitted, and the same condition was repeated for all legal court cases for both Akkuyu and Sinop projects. As a result, all cases were rejected. These days were prepared in the days when those cases were dismissed.

After the start of the construction problems on-site occurred. Strikes took place, low wages and the unhealthy living conditions in the barracks continued. The Akkuyu NPP has been causing health, occupational safety, and environmental issues even before the start of the operation. Such disregard for nature, human life, risks, and quality will inevitably end in a nuclear disaster when it starts operation. Apparently, even supporters of nuclear energy should oppose the Akkuyu NPP.

We have the power of civil society to raise our voice to have independent auditors/observers on site but we are not heard. It is also not possible because the Akkuyu NPP has been on Russian territory. Tomorrow when another earthquake hits Akkuyu NPP it will be too late for the world if reactor fuels are already loaded in their place. And you know when a nuclear power plant is built there will be related other processes such as waste management, and fuel transportation. Just about 3 months ago the government announced the plan of establishing a final nuclear waste repository in Ankara the city of Capital.

Let me share that scientists have been warning about a strong earthquake in the region of Turkey and Iran for almost 2 years. Recently we learned that all scientific projects they applied to avoid a catastrophe like today’s were rejected by the government and its offices. This shows that the governmental authorities are not interested in scientific facts.

Akkuyu does not only lay at a distance of 25km to an active Ecemiş fault line but according to the geologists there is also another fault line between Cyprus and Akkuyu region continuing under the sea. Besides, lately, it has been understood that there are also blind fault lines in the regions but the governmental authorities are not interested in these facts. Because Fukushima Nuclear Disaster has shown us that earthquakes are alive and their conditions should be taken into consideration before construction. Actually earthquake countries should never be allowed to have nuclear plants on their lands for the sake of the world. There should be standards to be applied and respected.

Pinar Demircan

nukleersiz.org Coordinator, journalist, and independent researcher living in Istanbul 

contact: demipinar@gmail.com

HALK SAĞLIĞI BİLİMİ AÇISINDAN TÜRKİYE ATOM ENERJİSİ KURUMU’NUN ÇERNOBİL KAZASI SONRASI RADYASYON ÖLÇÜMLERİ VE DOZ HESAPLARININ DOĞRULUK VE GÜVENİLİRLİĞİ-I:

GENEL DEĞERLENDİRME

Umur Gürsoy, sonbursali@yahoo.com

ABSTRACT

Bu araştırmada Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun (TAEK) 2006 yılında yayımladığı “20. Yılında Çernobil Serisi” dokümanlarından yararlanılarak yapılan incelemede, radyasyon dozu hesaplamalarının dayandırıldığı Türkiye için toplumun açık havada kalma süreleri ve besin üretimi ve tüketimi ile ilgili ulusal Ulusal Besin ve Radyasyon Durumu için Ülke Karakter/Veri Tabanı (Profile/Data Base) ve kaza öncesi için ülkeyi temsil edebilecek radyasyon ölçümleri olmadığı için ve söz konusu TAEK raporlarının multidisiplinerlik ve kaynakça yazımı gibi kimi genel bilimsel güvenilirlik ilkeleri bakımından halk sağlığı ve çevre sağlığı bilimi bakışı ile genel anlamda dahi güvenilir ve doğru olmadığı ortaya konmuştur.

Anahtar sözcükler: Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK), Çernobil Nükleer Kazasının Türkiye Sonuçları, Nükleer Santral Karşıtı Bilim İnsanları Bildirisi, Bilimsel Güvenilirlik, Ülke Karakter/Veri Tabanı (Profile/Data Base), Gün Boyu Açık Havada Kalma Faktörü, günlük zaman özellikleri, time-activity profile, Multidisiplinerlik, İktisaden faal nüfus.

GİRİŞ VE AMAÇ

Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK), Nisan 2006’da, Çernobil Nükleer Santralı Kazası Felaketi’nden tam 20 yıl sonra, 20. Yılında Çernobil Serisi raporlarını ve Çernobil Arşivi Veri Tabanını yayımladı (1). Yaklaşık 4 ay sonra Sağlık Bakanlığı Kanser Savaş Dairesi Başkanlığı kamuoyundan gelen baskılarla kazadan 20 yıl sonra TAEK ölçüm ve doz hesaplarına dayandırılarak yapılan 2 yıl süren bir araştırmanın sonuçlarını basın açıklamaları yoluyla açıkladı ve “Karadeniz Bölgesi Kanser ve Kanser Risk Faktörleri Araştırması” (2) başlığı ile yayımladı: 1- Karadeniz Bölgesi Kanser ve Kanser Risk Faktörleri Araştırması Hane Halkı Çalışması, 2- Kanser Sıklığı Kayıt Çalışması, 3- Karadeniz Bölgesi Kanser Hastalarında ve Hasta Yakınlarında Sitogenetik Tekniklerele Biyolojik Doz Çalışması, 4- Tiroit Kanserlerinde Moleküler Genetik Düzeyde Çalışma, ve 5- Trabzon Kanser ve Kanser Risk Faktörleri Araştırması Hane Halkı Çalışması.

TAEK ve Sağlık Bakanlığı (SB) raporlarından yaklaşık bir yıl sonra, 10 Mart 2007 tarihinde Nükleer santrallar yolu ile elektrik elde edilmesi, bütün diğer enerji elde etme teknolojileri ve yatırımları gibi; teknolojisi ve yer seçiminden tutun da normal çalışma koşullarında ve kazası halindeki sağlık ve çevre etkileri, beklenen fiat artışlarına rağmen süreklilik arzeden tamamen dışa bağımlı yakıt desteği gereksinimi; savaş halinde koruma zorluğu; radyasyonlu atıklarının yok edilmesi, ekonomik ömür sonu santral sökümü ve bütün bunların maliyet hesaplarına değin, bilimin bütün dallarını ve toplumun bütün çıkar gruplarını ilgilendiren teknik bir konudur.” sözleri ile başlayan çeşitli bilim alanlarından 180 bilim insanı imzalı “Nükleer Santral Karşıtı Bilim Adamları Bildirisi” başlıklı oldukça uzun multidisipliner bir bildiriyi basın yoluyla açıklandı. Bildiride savlanan konulardan bir bölümü de “İstatistik önemli bir bilim ve tekniktir…Nükleer teknolojiye göre çok daha basit olan istatistik tekniği olmayan bir ülke, nükleer santrallarından gelecek çevre ve sağlık risklerini izleyemez, değerlendiremez, yönetemez, iletemez, algılayamaz, denetleyemez, ve toplumunu radyasyonunun zararlı etkilerine karşı koruyamaz.” cümleleri ile anlatılıyordu (3).

Söz konusu TAEK raporları ve TAEK’in yeni 6. ve 7. raporuna temel olan Çernobil Arşivi Veri Tabanı (4) ile bir başka makalede ele alınacak olan SB’nın kazadan 20 yıl sonra yaptırabildiği “Karadeniz Bölgesi Kanser ve Kanser Risk Faktörleri Araştırması” bize bu savlar hakkında kanıtlar vermektedir.

Bu makalede TAEK ve SB araştırmalarının dayandırıldığı Çernobil Sonrası Türkiye Radyasyon ve Radyoaktivite Ölçümleri’nin halk sağlığı ve çevre sağlığı bilimi açısından genel anlamda güvenilirliği ve bilimselliği araştırılmıştır.

MATERYAL VE METOD

Araştırmamız, TAEK’nun pdf formatta tamamı 606 A4 sayfa tutan 20. Yılında Çernobil Serisi: 1- Türkiye’de Çernobil Sonrası Radyasyon ve Radyoaktivite Ölçümleri (Nisan 1988 yılı raporu) (70 sayfa) (5), 2- Sağlık Bakanlığı Bilimsel Kurul Raporu ve Üniversite Görüşleri (Şubat 1993 tarihli) (136 sayfa) (6), 3- TBMM Araştırma Komisyonu Raporu (15.02.1994 tarihli) (108 sayfa) (7), 4- Çernobil Nükleer Santralinin Özellikleri ve Kazanın Oluşumu (34 sayfa) (8), 5- Çernobil Kazasının Diğer Ülkeler Üzerindeki Etkileri (70 sayfa) (9), 6- Türkiye’de Çernobil Sonrası Radyasyon ve Radyoaktivite Ölçümleri (2006 tarihli rapor) (120 sayfa) (10), ve 7- Türkiye İçin Doz Değerlendirmeleri (68 sayfa) (11) başlıklı raporlarının tarafımızdan okunması ve Çernobil Arşivi Veri Tabanı’nda (4) http://194.27.178.221/cernobil/sorgu/doz_menu.php adresindeki ‘Doz Hızı’ menüsündeki ‘Doz Hızı Sorgu Paneli’nde yayımlanan 850 adet il doz hesabı verileri ile http://194.27.178.221/cernobil/sorgu/menu.php adresindeki ‘Radyoaktivite Ölçümleri’ menüsündeki ‘Ölçüm Sonuçları Sorgu Paneli’nde madde veya ürün çeşidi ve alındığı yerleşim yeri yayımlanan 20.000 (yirmi bin) adet radyoaktivite ölçümü örneğinin Microsoft Office Excel 2007 programı yardımı ile ayrıştırılmasından sonra örneklerin alındığı yer, sayı, cins ve numune alınma tarihine bakılarak bilimsel yayın ve istatistik bilimi ve çevre epidemiyolojisi bakışı ile değerlendirilmesi yöntemi ile masa başında yapılmıştır. İncelenen dokümanlar 2007 yılı içinde internet ortamından okunmuştur.

BULGULAR VE TARTIŞMA

Dokümanlara göre TAEK, Çernobil’in Türkiye’ye etkilerini 57 kişiden oluşan bir teknik ekiple yönetmiştir. “Bu ekip:

  • Kaza yönetimi,
  • İdari sekreterya hizmetleri,
  • Uluslararası ilişkiler,
  • Trakya ve Doğu Karadeniz başta olmak üzere ülke çapında ölçümler ve örnek toplama işlemlerinin gerçekleştirilmesi,
  • Doz ve risk hesaplaması,
  • Ölçüm ve hesaplama sonuçlarına göre teknik kararların verilmesi
  • İthal ve ihraç edilen gıdaların etkin kontrolunu temin etmek üzere gümrüklerde ve ihracatçı birliklerinde radyasyon ölçümleri ve radyasyonsuz (radyasyondan âri) belgesi düzenlenmesi hizmetleri,
  • Basın ve halktan kişilerce talep edilen her türlü sözlü ve yazılı bilginin verilmesi” işlerinin (hepsini!) yapmıştır (7). Bu durum Türkiye adına TAEK’in ve zamanın hükümetinin Çernobil Faciasına yaklaşım düzeyinin derecesini göstermektedir.

TAEK raporları kurum raporları olup raporu hazırlayan kişiler ve akademik özellikleri, uzmanlık durumları belirtilmemiştir. TAEK Çernobil serisindeki yedi raporun 1., 2. ve 3.sünde kaynakça yoktur. Türkiye için asıl önemli olan 6. yani “Türkiye’de Çernobil Sonrası Radyasyon ve Radyoaktivite Ölçümleri”(10) raporunun kaynakçası metin içi numaralı olarak verilmediği için bilimsel güvenilirliği zayıflamıştır.

TAEK tarafından yayınlanmakla birlikte sorumluluğu SB ve rapor tarihinde var olan üniversitelerin olan 2. Rapor, değil tüm bilimler topluluğu anlamında yalnızca tıp disiplinleri anlamında bile multidisipliner değildir (6). Bakanlık raporu tedavi edici tıp dallarının, gayet yetersiz ve kimi zaman komik olan üniversite raporları da onkoloji, nükleer tıp, nükleer mühendislik ve nükleer fizik alanlarının propagandası ve ‘her şeyi ben bilirimliğin’ belgeleridir1.

Sadece Ankara ve İstanbul’da yapılabildiği için havadan (deri ve solunum yoluyla) alınan ‘dış doz’ ölçümleri, ülke tamamını temsil etmeyeceği gibi yerden kişisel olarak alınan dış ışınlama dozu hesaplamaları için gereken toplum bireylerinin ‘gün boyu açık havada kalma faktörü’ (günlük zaman özellikleri-time-activity profile) (kirlilik bölgesinde yaşayan nüfusun günlük zamanını nerede geçirdiği) hesabı için Türkiye’yi temsil eden yerli veri olmadığı için (Avrupa için geçerli) yabancı veriler üzerinden yapılan kabullere göre hesaplanmıştır. Oysa, kazanın olduğu tarihlerde (Nisan-Mayıs 1986) ve onu izleyen yaz aylarında neredeyse günün erken saatlerinden hava kararıncaya kadar yaklaşık 16 saat açık havada çalışan, geceleri açık havada (evinin damında, tarlada, ormanda vb) uyuyan (gün boyu açık havada kalma süresi oranı 1 üzerinden yaklaşık 0,7 olan), tarımda iktisaden faal nüfus oranı, o yıllarda genel nüfusumuzun % 54’ünden fazladır (12). Bunlara piknik alanlarında, sokak ve oyun alanlarında oynamak, eğlenmek ve spor yapmak için bulunanlar ile güneş-deniz ve yayla turizmi için açık alanlarda kalış sürelerini arttıran ve kentleri boşaltan sayıları yazlık kent ve beldelerin üç katına varan nüfus eklenmelidir. “İnsanların çoğu (Avrupa’da nüfusun yaklaşık % 80-90) günlük zamanlarının büyük çoğunluğunu bina içlerinde geçirirler. Bununla birlikte bu zamansal oran ülkeden ülkeye ve tarımda faal kesimin genel nüfusa oranına ve pek tabii mevsimden mevsime göre değişkenlik gösterir. Ülkemizde nüfusun hangi yüzdesinin günlük zamanını bina içinde geçirdiğini bilmiyoruz. 1997 sayımına göre nüfusun % 65’i kentlerde yaşamakta ise de ülkemizde binaların önemli bölümü (özellikle 1980’li yıllara denk gelen kazanın olduğu dönemde) dış ortam havasını herhangi bir filtre sisteminden geçirmeden kullanmaktadır. Yoksul evlerinde ve çalışma koşullarının kötü olduğu büyük bir sanayi kesimi iç ortam havasıyla iç ortam havası ayırımı yaptırmayacak kadar dış hava ile iç içe yaşar. 1990 yılında % 53,66 olan ülkemizin tarımda iktisaden faal nüfusu (12 yaş ve üstünkilerde tarım, ormancılık, balıkçılık iş kollarında çalışanlar), 1995’de azalmasına rağmen hâlâ ekonomik faal nüfusun % 48’dir. Bütün bunlar hava yoluyla sunuk kalınan dış ortam..” (12) radyasyon dozlarını artırır.

Kaza döneminde çoğunluğu Trakya ve Batı Karadeniz Bölgesi’nden olmak üzere “…Türkiye genelinde hava, toprak, su, gıda ve diğer pek çok numunede…. yüzbinlerce ölçüm verisi olmasına rağmen, ışınlama yollarına bağlı olarak doz hesaplarının yapılabilmesi için gereken sistematik ölçümlerin çeşit ve sayıda yetersiz olması nedeniyle….”(11)Türkiye toplumunun yaşam ve beslenme alışkanlıklarını, besin çeşitliliğini ve bunların coğrafi ve mevsimsel üretim özelliklerini temsil eden yeter sayıda ve Türkiye evrenini temsil eder örneklem düzeyinde radyasyon ölçümü örneği alın(a)mamıştır. “Kaza sonrası ülkemizde çok sayıda toprak örneği alınmış ve ölçülmüştür. Ancak toplanan örneklerin çoğunun derinlikleri ve toprak özellikleri bilinmediğinden, hesaplarda kıyı şeridimiz boyunca farklı tarihlerde standart yöntemle alınan toprak örneklerinin ölçülen radyoaktivite değerleri kullanılmıştır (26, 29, 30).”(11). TAEK dokümanlarına göre 1986 öncesi alınan örneklerin çoğu numune alma standardına uygun olmadığından (fakat herhangi bir hata sakıncası olmadığı vurgulanarak) 1990-1995 ölçümleri formül kullanılarak 1986 için oluşturulmuş Türkiye için kümülatif (birikimli) 1-50 yıllık alınan radyasyon dozu böyle bulunmuştur (11). Ne var ki 1990-1995 ölçümleri formül ile 1986 dozuna çevrilen radyasyonun % 90’ı birinci yılda (1986) alındığı ifade edilmektedir. Özellikle etkin (efektif) yarılanma ömrü 1024 gün olmakla birlikte bunu hesaplayabilmekte kullanılan fiziksel yarı ömrü 8 gün olduğu için (13) Türkiye’nin kazadan etkilenme tarihlerinde insanlarımızın tiroidi etkilediği halde büyük çoğunluğu besin ve toprakta artık bulunmayan I131’in ölçümlerinin kazadan 6-11 yıl sonra nasıl yapıldığı ve doğruluğu merak edilmelidir. Aynı yöntem alınan diğer radyasyon alınımları için de geçerlidir. Gerçek alınan doz 11 yıl sonra çeşitli fizik etkinlerle çok aza düşmüş olmasına rağmen gerçekte kaza tarihinde vücuda giren ve onu etkileyen biyolojik doz çok daha fazladır. Pek çoğu kaza ve radyasyon yüklü bulutların Türkiye’ye giriş tarihi açısından kritik zamanları içermeyen yer ve tarihlerde alınmış ve hesaplamalara esas olan 20 bin örnek dışındaki daha kıymetli ve temsil edici olmasına rağmen yüz binlerce ölçüm örneği (uluslararası standartta numune almasını bilmeme, iş yoğunluğu nedeniyle fiziksel olarak numune almaya yetişememe, aldığı numuneyi iyi etiketlememe veya ölçüm aygıtlarını yetersizliği nedeniyle değerlendirilememe vb gibi nedenlerle) kullanılamaz veri olmuştur.

Kazadan önce ve şimdi için ülkemizin Ulusal Besin ve Radyasyon Durumu için Ülke Karakter/Veri Tabanı (Profile/Data Base) ve toplumun besin tüketimi ve tüketim alışkanlıkları ile ilgili (örneyin neyi, ne zaman, nasıl ve ne kadar kimin yediği) Türkiye’yi temsil eden bir araştırma yoktur (14, 15). Bir maddedeki kirliliğin varlığı ve toplumsal zararının az veya çokluğu önceki yıllar verisi ve ne kadar tüketildiğinin bilinmesi ile karşılaştırılarak bilinebilir. Besinlerle alınan radyasyon doz hesapları kazanın olduğu tarihlerde bulunmayan ve 1987 ve 2004 yıllarında yayımlanan Türkiye beslenme alışkanlıkları ve tüketimi ile ilgili iki araştırmanın ve SB Kanser Savaş Daire Başkanlığı ve H.Ü. Beslenme ve Diet Danışmanı Başoğlu ile 2005 yılında yapılan kişisel konuşma verilerine dayandırılmıştır (TAEK 7. Rapor: Türkiye İçin Doz Değerlendirmeleri 16,17,18 numaralı kaynakları) (11). Son iki kaynağın yaklaşık 20 yıl öncenin şimdi çok büyük bir hızla değişmiş bulunan besin tüketim ve yaşam alışkanlıklarını temsil etmesi ve doz hesaplarını güvenilir kılması zordur.

SONUÇLAR VE ÖNERİLER

Bir maddedeki kirliliğin varlığı ve toplumsal zararının az veya çokluğu önceki yıllar verisi ve ne kadar tüketildiğinin bilinmesi ile karşılaştırılarak bilinebilir. Ulusal Besin ve Radyasyon Durumu için Ülke Karakter/Veri Tabanı (Profile/Data Base) ve toplumun besin tüketimi ve tüketim alışkanlıkları ile ilgili Türkiye’yi temsil eden bir araştırma için ulusal bir istenç ve istatistiksel-bilimsel alt yapı 1986 öncesinde de şimdi de yoktur. TAEK yasaklı bir dönemin yasası ile kurulmuş ve bilimsel özerk kurullara sahip olmayan bilimsel denetim dışı bir kurumdur. Kaldı ki aynı dönemin bir başka yasası ile yönetilen üniversitelerimizin dahi bilimsel yönden özerk ve özgür bilimsel denetime sahip olduğu söylenemez. Bunu devlet adına yapabilecek multidisipliner bir ‘halk sağlığı okulu’muz yoktur.

TAEK bilimsel ve özerk bir kurum değildir. Radyasyon ölçüm sonuçlarına dayandırılarak bilimsel araştırma yapılamaz, başlatılamaz (2). Üniversitelerimiz özellikle nükleer enerjinin sağlık ve çevre sağlığı risklerini denetleyebilecek yetişmiş akademik ve araştırmacı personel kapasitesi ve ölçüm aletleri açısından yeterli ve TAEK’i denetleyebilecek kapasite ve özerkliğe sahip değildir. TAEK’un ve üniversitelerimizin bu özellikleri sürdüğü sürece halen ülkemizde bulunmaması büyük bir şans olan ve çok büyük çevresel risklere gebe olduğu her gün bir başka nükleer kaza haberi ile ortaya çıktığı için dünya çapında zaten kabul görmeyen nükleer santralların ülkemize yapılması bilimsel bir risk değerlendirmesi ve kararı sonucu olamaz. Bu nedenle pek çok ve kendi kendine yetecek kadar temiz ve yenilenebilir enerji kaynağına sahip ülkemize nükleer santral yapılmamalıdır. Nükleer Santral Karşıtı Bilim İnsanları Bildirisi’nde de sözü edildiği gibi ülkemiz “nükleer santral ve nükleer bomba yapma teknolojisini oluşturacak ‘doğal bir sanayi süreci’” ve bilimsel, hukuksal, ahlâki ve demokratik altyapıya kavuşuncaya kadar nükleer santral yatırımını düşünmemelidir. Çevre koruma sicili çok bozuk olan ülkemiz ve onu yöneten hükümetler, en azından bu konuda kendini kanıtlayıp güven sağlayıncaya kadar bu böyle olmalıdır.

Bunun tersi olduğunda ise İktidarların, Mayor’un sözcükleriyle: “basitçe görmezden gelerek, müdahale etmede yetersiz kalarak, önlem almayı reddederek, hukuki biçimciliğin ve politik felcin birbirini takviye ettiği karmaşık ve mükemmeliyetçi uygulamaların arkasına sığınarak halkı sömürmesine ve baskı altın almasına” (16) destek veren bilim insanlarının ve aydınların ihaneti hoşgörülmemeli, bağışlanmamalı ve cezasız kalmamalıdır.

KAYNAKLAR

  1. TAEK (2006), “20. Yılında Çernobil”, http://www.taek.gov.tr/cernobil/giris.html adresine 01.01.2007 tarihinde yapılan ziyaret.
  2. T.C. Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanlığı (2006), “Karadeniz Bölgesi Kanser ve Kanser Risk Faktörleri Araştırması”, Ankara.
  3. Nükleer Santral Karşıtı Bilim Adamları Bildirisi, 10 Mart 2007, http://www.uzaklar.net/categories/6-Ekoloji-ve-Cevre-Sorunlari adresine yapılan 20.08.2007 tarihli ziyaret.
  4. TAEK (2006), “Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Çernobil Kazası Ölçüm Sonuçları”, http://194.27.178.221/cernobil/sorgu/index.php adresine 2007 yılı içinde yapılan ziyaretler.
  5. TAEK (2006), “Türkiye’de Çernobil Sonrası Radyasyon ve Radyoaktivite Ölçümleri (Nisan 1988 tarihli rapor)”, http://www.taek.gov.tr/cernobil/giris.html adresine 01.01.2007 tarihinde yapılan ziyaret.
  6. TAEK (2006), “Sağlık Bakanlığı Bilimsel Kurul Raporu ve Üniversite Görüşleri (Şubat 1993 tarihli rapor)”, http://www.taek.gov.tr/cernobil/giris.html adresine 01.01.2007 tarihinde yapılan ziyaret.
  7. TAEK (2006), “TBMM Araştırma Komisyonu Raporu (15.02.1994 tarihli)”, http://www.taek.gov.tr/cernobil/giris.html adresine 01.01.2007 tarihinde yapılan ziyaret.
  8. TAEK (2006), “Çernobil Nükleer Santralinin Özellikleri ve Kazanın Oluşumu”, http://www.taek.gov.tr/cernobil/giris.html adresine 01.01.2007 tarihinde yapılan ziyaret.
  9. TAEK (2006), “Çernobil Kazasının Diğer Ülkeler Üzerindeki Etkileri”, http://www.taek.gov.tr/cernobil/giris.html adresine 01.01.2007 tarihinde yapılan ziyaret.
  10. TAEK (2006), “Türkiye’de Çernobil Sonrası Radyasyon ve Radyoaktivite Ölçümleri”, http://www.taek.gov.tr/cernobil/giris.html adresine 01.01.2007 tarihinde yapılan ziyaret.
  11. TAEK (2006), Türkiye İçin Doz Değerlendirmeleri”, http://www.taek.gov.tr/cernobil/giris.html adresine 01.01.2007 tarihinde yapılan ziyaret.
  12. Gürsoy, U. (2004) , “Enerjide Toplumsal Maliyet ve Temiz ve Yenilenebilir Enerji Kaynakları”, Türk Tabipleri Birliği Yayını, s. 73, 2004, Ankara.
  13. Gürsoy, U. (2005),”İyonlaştırıcı ve İyonlaştırıcı Olmayan Işınım: Kaynakları, Sağlık Zararları, Denetleme ve Korunma”, Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi IV. Sınıf Halk Sağlığı Anabilim Dalı Yayınlanmamış Ders Notu, Antalya.
  14. WHO (1989), “Evalation of Programmes to Ensure Food Safety”, Geneva.
  15. Gürsoy, U. (1992), “Halk Sağlığı Laboratuvarı Hizmetlerinde Verimlilik”, III. Halk Sağlığı Kongresi Bildiri Özetleri Kitapçığı:81, 30 Nisan-2 Mayıs 1992, Ankara.
  16. Mayor, F., Forti, A. (1997), “Bilim ve İktidar”, 4. basım, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları, Ankara.

1 Bu konuların ayrıntısı başka bir araştırmanın konusu yapılacaktır (Y.N).